Dünya hızla değişiyor ve yapay zekâ şaşırtıcı olanaklar sunmaya devam ediyor. Tamam, kabul, müthiş fırsatlar var ama gelişen teknolojilerin beraberinde getirdiği stresi görmezden gelmek de zor. "Otomasyon işimi elimden alacak mı?" "Sürekli gelişen yeni teknolojilere nasıl ayak uyduracağım?" "Çocuklarım bu dünyaya nasıl uyum sağlayacak?" diye düşünmeden edemiyoruz.
Geleceğe dair belirsizlik hissi, kimimizin içinde günden güne büyüyor. Bu noktada yapılabilecek en iyi şey belki de kaleyi içten sağlamlaştırmaya çalışmak. Dışarıda her şey karmakarışık olsa da zihnimiz berraksa kaygıyla baş etme şansımız görece daha yüksek.
Her yolun başı evrim
Beynimiz tehdit algıladığında bedeni harekete geçirmek için kortizol salgılıyor. Eskiden bu tehditler günümüze nazaran çok daha somuttu. Çalılıktaki hışırtının vahşi bir hayvan olduğunu düşününce hızla ortamdan tüyüyorduk. Böyle durumlarda "1 saniye ya arkadaşım biraz düşüneyim, belki kaplan değildir" deme lüksümüz pek yoktu. Nihayetinde yüzbinlerce yıl bu zihniyetle evrimleştik. Belki her zaman çalılıktaki hışırtı kaplan değildi ama bu kısayollar hayat kurtarıyordu. Günümüzde ise tehditler bambaşka suretlerde karşımıza çıkıyor. Evrimsel geçmişimiz göz önünde bulundurulduğunda son derece kısa bir süredir bu değişik tarzdaki tehditlerle karşı karşıya kalıyoruz.
Siyasetin bunaltıcı gündemini anbean takip etme halimiz, ofiste bize mobbing uygulayan seniorlarımız, tamamen iş olsun diye geliştirmek zorunda kaldığımız anlamsız projelerimiz, yaklaşan son teslim tarihlerimize eklenen yeni deadlinelarımız, üzerimizdeki her an Slack ve muadillerinde online olma baskısı, bildirim üstüne bildirim alıp 7/24 ötüp duran telefonumuz... Bunlar zamanla kronikleşen strese sebep olabiliyor ve bu stres, hafızamızı, duygusal dengemizi, hatta empati yeteneğimizi dahi zayıflatabiliyor. Amigdala aşırı aktif hâle gelirken, hafıza ve stres düzenlemesinde rol oynayan hipokampus da bu süreçte zarar görebiliyor.
MBSR yolculuğumdan notlar
Sorgulanmadan geçen bir hayatın pek de yaşanmaya değmeyeceğini söylerken Socrates'in bir bildiği vardı tabii. Kendi yaşamımdaki farklı stres kaynakları üzerine biraz kafa yorduğum bu dönemde, Uppsala Üniversitesi'nde Mindfulness Temelli Stres Azaltma (MBSR) programına katıldım. 1970'lerin sonlarına doğru Jon Kabat-Zinn, meditasyon ve yogayı dini bağlamlarından arındırıp, onları bilimsel bir yaklaşımla sekiz haftalık seküler bir müfredatta bir araya getirmiş. Programın yarısına geldik, artık bu yazıyı kaleme alabilecek kadar programı deneyimledim diyebilecek noktadayım.
MBSR’nin özünde "strese hemen tepki vermek yerine biraz duralım, bilinçli bir şekilde yanıt verelim" fikri yatıyor. Günümüz dünyasında bir dakikalığına bile gözleri kapatıp hiçbir şey düşünmeden durmak ise epey zor. Beynimiz sanki devamlı bir meşgale arıyor ve hiçbir saniyeyi boş geçirmemek lazımmış gibi hareket ediyor. Gözümüzü kapattığımız ve herhangi bir şey düşünmemeye çalıştığımız an bize onlarca farklı hikaye, anı ve çoğunlukla (en azından kendi deneyimimde) saçma sapan fikir sunuyor. Stres hayal gücümüzden besleniyor, bize kendini gözümüzü kapattığımız an hatırlatıyor.
MBSR, zihnimizdeki düşüncelere, vücudumuzdaki gerginliğe ve duygularımızdaki dalgalanmalara dikkat etmeyi öğütlerken, panik ya da karamsarlık yerine daha net, makul bir yaklaşım geliştirmemize yardımcı olmayı hedefliyor. Bazı çalışmalar, MBSR sırasında izlenen pratiklerin amigdala aktivitesini azalttığını, duygusal düzenlemeyi güçlendirdiğini ve hipokampusta yeni nöron oluşumunu teşvik ettiğini ortaya koyuyor. Bunun yanında, beyin bölgeleri arasındaki iletişimi kuvvetlendirerek yaratıcılığı, problem çözme becerisini ve değişime uyum sağlamayı kolaylaştırdığı da gözlemlenmiş.
Gelişen teknolojilerin her gün yeni bir şey çıkardığı, kasvetli gündemler içinde çalkalandığımız bu dönemde bu yetkinlikler gerçekten altın değerinde değil mi?
Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?
Ülkemizde hemen her kavramın içi kolayca boşaltılabildiğinden, "şu kuruma gidin ve bu programa katılın" gibi şeyler demeyeceğim tabii. Hele psikolojik anlamda zayıf düştüğümüz süreçlerden faydalanmayı kendine bir iş modeli haline getirmiş genişçe bir sektör olduğunu zaten biliyoruz. Bu sektörün parçaları da kendilerini gayet iyi biliyor. Bu ve benzeri nedenlerle de mindfulness gibi kavramların Türkiye'de kötü bir şöhreti yok değil. Ama MBSR ya da benzeri programları veren düzgün kurumlar ve nitelikli eğitmenler mutlaka vardır. Beylik bir deyişle devam edeyim: "Araştırmanızı öneririm."
Benim sadece birkaç ufak tavsiyem var:
- Farkındalık molaları: Her gün birkaç dakikanızı derin nefes alıp düşüncelerinizi izlemeye ayırabilirsiniz. Rutine kısa kısa aralar vermek iyi olabilir. Tesla'sı olanlara özel bir not: Arabayı otopilottan çıkarma vakti geldi! (Bu arada -kullanan demeyeyim neticede parasını verdiniz artık ama- hala Tesla satın almayı düşünen varsa Elon sizi kalpten selamlıyor. Tam nasıl selamladığını googlelarsınız.)
- Dijital minimalizm: Sosyal medya ve dijital cihazlarla ilişkinizi sadece gözden geçirmek bile büyük fark yaratabiliyor. Hele ki teknoloji devleri, dikkatimizi yakalayabilmek için ortalığa milyonlarca dolar döküp bir yandan da totaliteryanizm aşıklarına cilve yapıyorken "siz bir durun hele" demek iyi gelebilir.
- Gün sonu raporu: Uyumadan önce o gün yaşadıklarınızı kısaca düşünün. Bir şeyleri otomatik mi yaptınız, yoksa hakkını vererek mi yaşadınız? "Sevgili günlük" günlerimize dönsek ve gün gün deneyimlediklerimizi birkaç cümle de olsa kaleme alsak nasıl olur?
Yapay zekâ, kültürümüzü, işimizi ve özel hayatlarımızı dönüştürürken, bir çoğumuzda heyecan ve endişe iç içe geçmiş durumda. Gelişmeleri reddetmek ya da abartmak yerine bu yeni gerçekliği bilinçli ve sakin bir zihinle karşılamak mümkün. Bu bağlamda mindfulness, dijital çağın gölgesinde insani yönümüzü korumamıza yardımcı olacak gibi duruyor.